Figür 1 ve 2 : İstanbullu Türk Hanımı
Figür 1, İstanbullu Türk hanımını evinin içindeki kıyafetiyle gösteriyor, figür 2 ise, aynı Türk kadınını evinden dışarı çıktığı zaman, ister doğasından gelsin, ister terzi ve kadın berberlerinin sanatkârca işe karışmalarının ya da kendi becerisinin sonucu olsun, ortaya çıkan eşşiz güzelliğini yabancılardan saklamaya yarayan bütün önlemleri almış haliyle gösteriyor.
İstanbullu Türk kadını:
“yüzünü süsleyerek ve boyayarak gösterdiği özenle kendine mal ettiği bu parıltıyı….”
elde etmekte Parisli veya Viyanalı bir kadından hiç geri kalmaz. Bu arada da yalnızca Racine’in Jezabel’i gibi:
“Yılların önlenemez küstahlıklarım onarmak için” değil, bütün ülkelerin ve bütün dönemlerin güzel kadınları gibi, Tanrı’nın bu küçük tatlı insancıldan yaratırken ortaya koyduğu şaheserlerin iyice belirlenmesini sağlamaya ve bu şaheserlere uygun sayısız değişiklik yaparak çok özel bir anlam kazandırmaya da çalışır. Böylece Raphael’lerin, Titien’lerin, Ingres’lerin, Delacroix’ların, eski ve çağdaş bütün büyük ustalann örneğini izleyerek, ilahi yapıtların bir yorumunu yapmak göreviniyerine getirir.
Resim sanatı sadece, erkek veya kadın ressama doğayı istediği gibi yorumlamak, onu daha mükemmelleştirmek ve izlenimlerini bütün derinliğiyle ortaya koymak olanağı veren bir sanat değildir. Altını çizerek söyleyelim, bunun dışında sanki umut ve isteklerin de dile getirilmesidir. Daha açık anlatmak gerekirse, resim bir lirin tellerinden başka bir şey değildir, onun önemli bir sanatçının parmaklan altındaki mükemmel akordu, Phoebus-Apollon’un eski mitlerinde kişiselleşerek, evrensel armoniyi yaratır.

Örneğin kaşlara sürme sürülünce, onların tadına doyulmaz yayları daha belirgin bir şekilde çizilir, kirpiklere sürme sürüldüğünde ıslak sedef gözler daha koyu bir gölge içinde yüzer, kına boyasıyla canlılık kazandırıldığı zaman göz kapakları hafifçe gölgelenir. Bu arada bizmut beyazı ile karmen kırmızısı karışıp, yüzün oval formunu düzenleyen ve hatlarını yumuşatan pembe rengi oluşturur. Sıvı kırmız böceği, şahane bir çelişki gibi, hanım’m mat teni üzerinde dudakların kırmızısını cesurca belirleyip çizer. Giysiler de sıraları geldiğinde, bu ilk bina fikrinden çıkarak sonsuza kadar gelişen ve en ince ayrıntılara kadar inen bir mimari eserin, çekici ve alımlı dekorasyonuna benzeyen bu süslemeye katkıda bulunurlar.
İşte Türk hanımı, giysilerini oluşturmak için Şam’ın, Halep’in veya İstanbul bölgesindeki imparatorluk fabrikalarının şahane brokarlarını, belirtmeye çalıştığımız bu duygularla satın alır. Küçük inciler ve altın nakışlarla bezeli zengin kadife pabuçları, yerde sürünen uzun etekli entarisinin ve geniş şalvarının görkemli kumaşları altında kaybolur. Kaşmir şalından sarkan yumuşak dokumalı bir kuşak, entarisinin uzun etekliğinin pililerinin toplanmasını sağlayarak yürümesini kolaylaştırır. Saç tuvaleti, baronların taçlarının etrafına sarılan kurdela ve inci kolyeleri anımsatır, bu biçimiyle alnın önüne düşer. Çoğu zaman birçok altın ve ipek işleme ve özellikle oyalarla zenginleşen bu giysiyle birlikte mücevher olarak, yalnızca küpe ve birkaç yüzük kullanılır.

Bibil de denilen oya, yalnızca Türkiye’de ve özellikle İstanbul ve civarında üretilen bir cins danteldir. Boğaz’ın Avrupa yakasındaki Arnavutköy isimli semt oya’larının zarifliği ve oya figürlerindeki yaratıcılıkla ünlenmiştir. Oya, bu iş için özel olarak geliştirilmiş bir alete gereksinim duyulmadan üretilir. Üretim yöntemi, ipek, yün veya pamuk ipliğini parmağının ucuyla tutmak ve önceden düşünülmüş bir desene dayanmaksızın, ipliği, oya işini yapanın tek aleti olan uzun bir tığ yardımıyla düzgün çaprazlar halinde şekillendirmekten ibarettir. Bu şekilde, düzgün çaprazlardan çiçek şekilleri, süsleme kıvrımları ve yaprak şeklinde motifler elde edilir. Sonunda, bu ayrı ayrı yapılmış parçalar bir iğneyle birleştirilip dikilir, bir bütün teşkil eder ve yakalar, saç tuvaletleri, elbiselerin kenarlan ve benzeri yerlerde çok karmaşık ve dikkate değer süs öğeleri olarak kullanılır.

Bu süsleme şekli aynı anda hem dantelin, hem broderinin, hem de şeritle süslemenin yerini tutar, ama bu üç çeşit süslemeyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. En çok dantele benzer, ancak, Doğu giysilerini dantelden çok daha sevimli kılar ve onlan daha zengin gösterir. Görenek ve töreler Türk kadınları sokağa çıktığında, evlerinde bu kadar büyük bir maharetle sergiledikleri bütün bu zenginliklerin, onlan baştan ayağa kadar gizleyen bir örtünün altında tamamıyla kaybolmasını ister; sadece gözler dışarıda kalır. Dışan çıktıkları zamanki giysileri, çok geniş ve papazların ayin giysilerinde olduğu gibi geriye kıvrılan kol uçları olan bol bir rob şeklinde, mevsimine göre çuha, merinos veya kaşmirden yapılmış bir pardesü olan ferace ve çağdaş uygarlık ilerledikçe saydamlığı gitgide artan beyaz muslinden bir yaşmaktan (tül peçe) oluşur.

Batı’da sık sık, Türk kadınlarının sürekli olarak evlerinde oturmalarını zorunlu kılan pek haksız bir uygulamadan söz edilir. Bu inanış hiç de doğru değildir. İstanbul kentinin asıl merkezi olup, eski İstanbul veya İslambol diye adlandırılan bölgeyle, yabancı elçiliklerin ve gezici nüfusun oturduğu Galata ve Pera isimleriyle anılan Avrupai bölgeyi birleştiren köprü üzerinde birkaç saat geçirmek, bu inancın yanlışlığını kanıtlamak için yeterli olacaktır. Gerçekten de bu köprünün üzerinden, gerek bir yakadan diğerine gitmek, gerekse Boğaz’ın Avrupa ve Asya kıyılarına çalışan vapurlara binmek için geçen 100 kadından 80 veya 90’ı yaşmak ve ferace’li kadınlar, 10 veya 20’si roblu ve şapkalı kadınlardır. Dahası, dikkat edilirse görülür ki Avrupalı kadınlar veya öyle olduğunu iddia edenler genellikle kocalarıyla, erkek kardeşleriyle, bir diğer erkek akrabalarıyla veya kendilerini korumaları altına alan dostlarıyla birlikteyken Türk kadınları, tam bir serbestlik içinde tek başlarına gider gelirler.

Figür 3 : Türk Okul Çocuğu
Batılılara özgü bir diğer önyargı da, Türkiye’de eğitimin az rastlanan bir olgu olduğu ve pek az Osmanlı’nın okuma-yazma bildiği şeklindeki inanıştır. Eğer söz konusu olan okuma-yazmadan. bir Avrupa dilinde okuma-yazma kastediliyorsa, bu önyargı kesin olarak yanlış değildir. Ancak şu husus açıklıkla söylenebilir ki, İstanbul, Edirne, İzmir, Bursa, Halep ve Şam gibi büyük kentlerde ve hatta daha küçük kentlerde Fransızca, İngilizce, İtalyanca veya Almanca bilen kişi sayısı Paris, Londra, Roma, Viyana ve Berlin’de Türkçe okuma-yazma bilen Fransız, İngiliz, İtalyan ve Alman sayısından karşılaştırma yapılamayacak kadar fazladır.

Aslında sorun bu değildir, çünkü en azından biz inanıyoruz ki bir ulusun düzeyi yabancı dil ve edebiyatı bilmesine göre ölçülemez. Aks,ne, kendi dili ve edebivatını bilmesiyle ölçülür. Daha açık konuşmak istersek bize göre ilkokul eğitimi, benzer değerlendirmeleri yapmakta temel ölçü teşkil edecek bir kıstastır.

Bu durumda da şunu söyleyebiliriz, dünyada Türkiye’den başka, ilk eğitimin bu kadar yaygın olduğu, ilköğretime, gerek devletin gerekse kişilerin bu kadar fedakârlk yapıp desteklediği ve özen gösterdiği bir başka ülke yoktur. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa, Asya ve Afrika’da geniş topraklan üzerinde en küçük kasabada ve köyde bile bir camii bulunur. Doğal olarak büyük kentlerde yüzlerce camii vardır. Bu küçük köy ve kasabaların bağlı olduğu idari bölgelerde en azından bir iki üst eğitim okulu, bir kütüphane ve her yerde bir ilkokul, bunların yanında camiiler, halka açık hamamlar yolcular için hanlar, güçsüzler yurdu ve hastane gibi yardım kurumları vardır.

Ama itiraf etmek gerekir ki, Türk ilkokullarında eğitim görenler Türktür. Bu okullarda soldan sağa okuma ve yazma öğretilmez, aksine sağdan sola okunup yazılır, Türk öğrenci ve öğretmen kitabı okumaya, blr Avrupalı için okunan kitabın sonu olan sağ sayfayı açarak başlar. Eğer bu kötü bir davranışsa ve Türk halkının cehaletini gösteriyorsa buna verilecek bir yanıt yoktur, öte yandan burada bir soru sorulabilir. Sondan başlamak bir ilerleme değil midir?
Kaynak: 1873 Yılında Türkiye’de Halk Giysileri | SABANCI ÜNİVERSİTESİ