Ara Güler ile dostluğumuz bu yıl tam 30 yılını doldurdu. Yıl 1964 idi. Ara Güler, Fikret Otyam ve Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarından oluşan ortak bir sergiyi Almanya’ya göndermeye hazırlanıyordu Dışişleri Bakanlığı. Ara, bu hazırlıklar boyunca Ankara’da Cumhuriyet bürosunu mekân tutmuştu. Aramızda dostluk başladı. Aylar geçti, gelişti. Yıllar aktı pekişti. Ara yalnız usta bir foto muhabiri değil, meslek yaşamımda gördüğüm sonuna kadar güvenilir ender bir dostum oldu. — ÖZGEN ACAR
Çağ değişti, yaşam değişti. Değişecekti, değişmeliydi ve öyle de oldu. Elbette ki benim kuşağım ve benden önceki kuşaklar bir daha erguvanlarla sarılı bir bahçe kapısının önünden geçemeyecekler, yağmur yağınca kayganlaşan Arnavut kaldırımlı bir Boğaziçi sokağından inemeyecekler, eski İstanbul sokaklarında sık rastlanan bir tekir kedi, kuşkulu parlak gözlerinyle duvar üstünden sizi izlemeyecektir artık. Bu sokaklarda artık renk renk, cins cins park etmiş otomobiller, banka ilanları, park levhaları, trafik işaretleri, duvarlara yapıştırılmış ilanlar. Yüzyılımızın sevimsiz boyalarıyla kapatılmış olumsuz bir dünya.
Artık ne zaman İstanbul’da fotoğraf çekmeye çıksam, böyle geçiyorum sokaklardan. Oysa benim için fotoğraf çekmek, içimde hissettiğim dünyayı çekmektir. Belki de yeniden fotoğraf çekebilmek için estetiksizliğin estetiğini keşfetmem gerekli. Onun da adı İstanbul olmaz, başka bir şey olur. Bugünkü yeni kuşak, eskiyi hiç bilmediği ve tahmin de edemediği için, İstanbul’u budur, böyledir, böyleydi sanıyor. Eski bir fotoğrafa bakınca da şaşıp kalıyor, “Bu da neresi?” diyor. Çünkü çoğu yer artık eskisine benzemiyor ya da hiç yok. Kandilli’de güneşi perde perde batıran Yahya Kemal’i, “Urumelihisarı”nda oturup da gözleri kapalı İstanbul’u dinleyen Orhan Veli’yi bu değişen İstanbul’la birlikte unutmak gerek herhalde.
İstanbullu olmak bir yaşam tarzıdır, çünkü İstanbul üç gerçek imparatorluğun merkezi ve potasıdır. Dünyanın başka hiçbir kentine benzemez. Ne yazık ki, gelecek kuşaklar bu yaşam tarzını hiçbir zaman tadamayacaklar. Zaten yaşayışları ve eğitimleri buna göre değil. Kitaptaki fotoğraflara dair yapılan bir röportaj, Özgen Acar ve Ara Güler.
ACAR: Fotoğrafçılığa başlama öykünü bazıları bilmiyor. Nasıl oldu bu iş?
GÜLER: Babam Galatasaray’da eczacıydı. İlk fotoğraf makinesini o aldı. Onun için bu kitabı da (Eski İstanbul Anıları) babama ithaf ettim. Körüklü bir makinaydı. Sonra (6×6) çeken, o zamanın modası bir Rolleicord’um oldu.
ACAR: Fotomuhabirliğe ne zaman başladın?
GÜLER: 1948’de. Yeni İstanbul gazetesinde fotomuhabirliğine başladım. Çok sonra bir Leica’m oldu.
ACAR: Nerelisin?
GÜLER: Babam Şebinkarahisarlı, annem İstanbullu. Taksim’de doğdum. Yazlığa Suadiye’ye, Büyükada’ya giderdik. Bir yerde ben zengin çocuğuydum. Galatasaray’da babamın bir binası vardı. Çatı katı Ara’nın fotoğraf stüdyosu. Her santimetrekaresini fotoğraf ve film kutularının istila ettiği bir penthouse. Galatasaray’ın göbeğinde büyüdüm ben. Beyoğlu çocuğuyum.
ACAR: Eğitim durumun nedir?
GÜLER: İktisat Fakültesi son sınıftaydım. O aralar lise mezunlarına yedek subaylık hakkı vardı. Fakülteyi bitirmek üzereydim. Yedek subaylık uzayacak dediler. Gidiş o gidiş. Üstelik yedek subaylık da uzadı. Çorlu’da motorize piyade olarak yaptım askerliği.
ACAR: Fotoğrafçılığa nasıl başladın?
GÜLER: Önceleri fotoğraf makinamı önemsemezdim. Suadiye’de Hilmi Bey’in evinde kiracı otururken filmler tutuştu. Evin damı yandı. O zamanlar filmler yanardı. Ailenin tek çocuğu benim. Ara sıra fotoğraf çekiyorum, bir tutam da hikâyecilik. O zamanlar hikâye yazardım. New York’ta düzenlenen Dünya Hikâye Yarışmasında üçüncü oldum. “Garip Bir Yılbaşı Gecesi” isminde bir piyes yazmıştım. Tiyatroya meraklıydım. Muhsin Ertuğrul’un arkadaşıydı babam. Kısa pantolonla tiyatro sahnesinin arkasındaydım. Bedia Muhavvit falan hepsi beni tanırlardı.
ACAR: Fotoğrafçılığa nasıl geçtin?
GÜLER: Lise son sınıftaydım. O zamanlar hikâye falan yazıyordum. Yüzün üzerinde hikâyem vardır. Birkaç tanesi Türkçe, ötekiler Ermenice. Şimdi hikâyelerimi topluyorlarmış, kitap yapacaklarmış. Ermeniler içinde meşhurum ya. Patrik bile benim kadar meşhur değildir yani, anl’oorsun! Neyse, ben edebiyatla uğraşırken dostlarım Orhan Veli’ler, Sait Faik’ler falan. Onların resimlerini de çekiyorum. Derken günün birinde Yeni İstanbul’a fotomuhabiri olarak girdim. Sene 1948’di.
ACAR: Çektiğin negatifleri nerede saklıyorsun?
GÜLER: İçeride kutu kutu saklıyorum. Hepsi ayrı kutularda. Ayırıyorum yani.
ACAR: Yanma tehlikesi yok mu? Bunlar önemli belgeler.
GÜLER: Sigorta migorta yok abicim. Kasaya falan koyamam ki. Kamyon gibi kasa olması lâzım.
ACAR: Yaşın 66 oldu. Günün birinde nalları dikince ne olacak bu dialar?
GÜLER: Bilmem artık ne olur!
ACAR: Niyetin ne?
GÜLER: Yahu işte vakıf kurmak gibi bir bok püsürük var ya, öyle bir şey yapmak gerekir. Ama hangi parayla vakıf kuracaksın canım?
ACAR: Peki ne olacak?
GÜLER: Ne olacak yani! Türkiye düşünsün. Bana ne!
ACAR: Fotoğrafta seni en çok kimler etkiledi?
GÜLER: William Eugine Smith ve Henri Cartier Bresson’u çok severim. Aşağı yuları ben de kendimi onların devamı olarak görüyorum. Bunlar gerçekçi fotoğrafçılar. Hakikati belli bir estetik çizgi içinde aksettiriyorlar. Bunlar fotoğraf sanatçısı değil, bunlar gazeteci. Bir tanesi Time-Life’ın en büyük röportajlarını yapmıştır. Bresson da gazetelere röportaj yapan Magnum ajansının kurucusudur.
ACAR: Çekmek istediğin halde çekemediğin fotoğraf var mı?
GÜLER: Hep var. Her zaman var. En iyi fotoğraf henüz çekilmemiş olandır.
ACAR: Bir örnek verebilir misin çekemediğin fotoğraf için.
GÜLER: Üç tane sakallı yobaz, hani şu sepetli motorsikletler var ya, onun içinde oturup motoru çalıştırmaya uğraşıyorlardı. Arabadan ineyim, şurada şunların resimlerini çekeyim dedim. Arkada fon olarak estetiksizliğin estetiksizliği var. Toprak bir sokak. Kendi kendime “Döverler bunlar beni” dedim. Eğer arabada olmayıp da yürüyor olsaydım, o fotoğrafın daniskasını çekerdim. Kavga da ederdim. Üstelik döverdim de!
Kaynak: 1994, Vizyon Dergisi