Coşkun Aral “Haberci” isimli çok başarılı bir program hazırlıyordu. Dünya kadınlarıyla ilgili sorularımıza geçmeden önce “Son birkaç yıldır özlediğimiz programı, yeni yayın döneminde izleme şansını bulabilecek miyiz?” diye merak ettik ve öğrendik ki yeni programıyla, eylülde TRT’de ekranlara gelecek. Bugüne dek gittiği yerlerle, aktardığı öykülerle bizi kendisine hayran bırakan Coşkun Aral yanıtlıyor:

 

Bunca yıl dünyayı dolaştınız. Bugüne kadar, kadın portresi olarak, sizi en çok etkileyen kimdi?
Hindistan’daki ‘Haydutlar Kraliçesi’… Biz görüştükten bir ay sonra onu öldürdüler.

Onda beni etkileyen, yeri geldiğinde kadınların da silahı alıp başkaldırabilmesiydi. Çünkü Hint toplumu çok tutucu bir toplum. Başkaldıran, parlamentoya karşı gelen bir kişi vardı karşımızda. Sonunda öldürüldü ama bence onurlu bir ölüm bu.

Kadın olmak deyince, yalnızca kadınlarla ilgili konular gelmiyor aklıma. Mesela Safranbolu’da köçeklik üzerine bir konu yaptık. Batı Karadeniz-Safranbolu köçekliğin yaygın olduğu bir bölgeydi ama bu meslek orada bitti artık. Çünkü yöre halkı, gençleri eşcinselliğe teşvik ettiği için köçekleri istemiyor. Yani etek giymeyi eşcinselliğe teşvik olarak görüyorlar. Ben bu düşünceye hiç katılmıyorum.

Türkiye’deki ve dünyadaki kadınlarla ilgili kıyaslamalarınızı da merak ediyorum doğrusu
Türkiye geneline bakacak olursak, kırsal kesimde kadının bağımsızlığı, özgüveni yok. Yeni kuşak daha güvenli. Aynca Türk kadınını tüketici buluyorum ben. Mesela Fransa’da, bizdeki popstar yarışmalarının aynısı olan programlan izleyen eğitimli kadınların, toplam izleyiciye oranı yüzde 17. Bizde bu programları yüzde 87 oranında kadınlar izlemekte. Kadınlann üretime katkısı çok düşük. Ben de 35 yaşıma kadar bekar yaşadım. Kişisel ilişkilerimde aynı bakış açısını gözlemledim. Türk kadını, yemek pişirmeyi üretim sanıyor. Halbuki artık 1500 kalorinin üzerinde yemek yemememiz gerekiyor. Yani zahmetli yemekler için uğraşıp durmaya gerek yok. Küçük burjuvazi diyebileceğim, gün boyunca sadece yemek pişirip, televizyon başında, konu komşuda vakit geçiren bir kesim var. Oysa üretmek, yalnızca büroda çalışmak anlamına gelmiyor.

Amaç üretim olmayınca, aslında eğitici yanı olan televizyon da kişisel gelişime katkıda bulunamıyor. Oysa bir kadın, televizyondan daha iyi reçel yapmayı öğrenip, reçellerini satsa, hayatının yönünü tüketicilikten üreticiliğe çevirebilir. Bu açıdan bakarsak, Anadolu’daki kadın, üretimde daha çok pay sahibi. En özgüven sahibi kadın ise Karadeniz kadını. Üretiyor çünkü. Biz geçtiğimiz ay gerçekleştirdiğimiz çekimler için Güneydoğu’daki evlere misafir olduk. Bir hafta onlarla aynı evde yaşadık ve bir hafta boyunca kadınların hiçbir şey yapmadığını gördük. Bence erkeği evden uzaklaştıran en büyük etken de bu. Evde bir yenilik yok. Bu tespitimi, eşlerinin neden eve girmediğini düşünen hanımlarla paylaşmak istiyorum!

  • Safranbolu’da bir kadınla karşılaştım. Günde 40 tane ev maketi yapıyor. Maket yapmayı kızından öğrenmiş. Bu çok üretken bir durum. Bence kabul günlerinden vazgeçilmeli artık. Ben, “Güller Savaşı” diye bir film hatırlıyorum. Kadın, 17 yıllık evlilikten sonra reçel yapıp satarak zengin oluyor. Paranın verdiği güçle eşine saldırmaya, onu ezmeye başlıyor. Üretime yönelip de işlerin bu noktaya gelmesini istemeyiz tabii ama yine de kadının kendini erkeğe muhtaç olmaktan kurtarması gerektiğine inanıyorum. Bence hem Türkiye’de hem de dünyada, kadının gerçekten ezildiği yerler var. örneğin kız arkadaşınızla birlikte Çin’de yemek yemeye gittiğinizde büyük bir şok yaşayabilirsiniz. Ülkenin bazı bölgelerinde kadınlara yemek servisi yapılmıyor.

Türkiye’de durum farklı değil diye düşünüyorum çünkü 15 gün önce Viranşehir’deydik. Fotoğraf çekimi için köyün ağasının evine gittik. Adamın farklı yanı mırra kahvesi üretmesi. Konuşurken bize Suriye’den bir kadın ithal ettiğini söyledi. Tam 400 tane büyükbaş hayvan verip karşılığında genç bir kız getirtmiş! Bu kadınlar hem çocuk doğurup hem de eşlerine hizmet ediyorlar.

Bu nasıl güzellik dediğimiz alışkanlıklar, genellikle yüzyıllar önce kadınlar, erkekler tarafından köyden kaçırılmamak için çirkinleşmeye çalışırken ortaya çıkmış.

Etiyopya’da 83 aynı dil ve 200 lehçe konuşuluyor. Bu farklılığın güzellik anlayışına yansımaması mümkün değil. Ülkedeki Hamerler’in kadınları, üzerlerine sadece deriden yapılan etekler giyiyor. Boyunlan, kolları ve bacakları metal bileziklerle bezeli. Kadınların bedenlerinde bıçaklarla yapılmış çizikler var. Bunları ilk bakışta süslenmenin bir parçası sanmak mümkün. Desenlerin anlamı ise çok farklı. Doğduklarından itibaren her yıl, aileleri kannlanna bir çizik atıyor. Saçlarını ve bedenlerini ilginç bir karışımla boyuyorlar. Bu nedenle Hamerler’in ten ve saçları kırmızımsı bir renk alıyor.

Aynı boyanma yöntemini bir güzellik anlayışı olarak kullanan kabile de Namibya topraklarında yaşayan Himbalar. Hayvan derisinden yaptıklan etekleri giyen Himba kadınlarının hayatında, saç şeklinin önemli bir yeri var. Saçlarının biçimleri, onların toplumsal statülerini dile getiriyor. Genç Himba kızları, henüz evlenme çağına gelmemişlerse saçlarını bukle şekline getirip, yüzlerinin önüne sarkıtıyorlar. Evlenme çağına gelen kızlar, bu bukleleri yüzlerinden çekip, biraz kalınlaştırıp geriye doğru atıyorlar. Saçlan geriye doğru toplanıp, tek bir örgü halinde örülenler ise evli kadınlar.

Himbalar’ın, tenlerine ve saçlarına sürdükleri kırmızı boya, onları hem güneşten koruyor hem de tenlerine verdiği renkle güzellik sağlıyor. Himba kadınlan tereyağı ile kanştırdıklan kırmızı tozu her sabah vücutlarına sürüyorlar ve o günkü makyajlarını tamamlıyorlar. Bu karışım onlan sineklerin hedefi yapıyor. Ancak bu onlar için sorun değil. Sineklerle yaşamaya alışmışlar ve güzellikleri için bu karışımdan vazgeçmeyi düşünmüyorlar.

Etiyopya’da yaşayan Mursi kadınlarının benzersiz bir güzellik anlayışı var. Alt dudaklarını kesip, toprak çemberlerle genişletiyorlar. Aslında bu geleneğin temelinde güzel değil, çirkin olma çabası var. Eskiden evli kadınların dudakları, başka erkekler onları beğenip kaçırmasın diye kesilir ve genişletilirmiş. Ama zaman içerisinde, bu işlemin taşıdığı anlam değişmiş. Bugün dudağı kesik olan ve en büyük tabağı takan kadını, kabilenin en güzel ve en saygın kadını sayılıyor. Bu tehlikeli görünse de yaralı dudaklar bitkilerden yapılan ilaçlarla tedavi edildiği için, enfeksiyona neden olmuyor. Mursiler aynı işlemi kulak memelerine de yapıyorlar. Aynı şekilde deformasyona uğrattıkları yerlerin, çok çekici ve cazip hale geldiğini düşünüyorlar. Bu kabilenin güzellik anlayışında boyaların da önemli bir yeri var. Giyimlerinin sadeliğine karşın takılan, boyalan ve kocaman tabak dudakları ile birçok yerli kabile gibi, onlar da doğanın vermediği gösterişi, kendi ilginç yöntemleri ile elde ediyorlar.

Çoğu Müslüman olan Kuzey Afrika halklannda kadınlar artık çıplak değil. Erkeklerden uzak ve içe kapanık bir hayadan var. Ama bu süslerinden arınmalarını gerektirmiyor. Üzerlerine kimi zaman siyah, kimi zaman da rengarenk kumaşlardan yapılmış çarşaflar giyiyorlar. Giysilerine bezedikleri ince nakışlar, onların en önemli süsleri. Kadınların giysilerinin ardına saklamadıkları tek yerleri, gözleri. Onlar da bunun değerini biliyor ve gözlerine çektikleri sürmeler ile süsledikleri bakışlarını kimi zaman çekingen, kimi zaman da cesaretle kullanıyorlar. Kuzey Afrika’da kadınların sürmeden başka bir süsleri daha var: kına. Ellerine ve ayaklanna yaktıklan kına bir sanat eseri gibi. İncecik çizgilerle, özenle çizdikleri desenler, Müslüman kadınların en güzel makyajı.

Hindistan’da özellikle düğünlerde, kadınların ellerine ve ayaklanna kına ile çok detaylı desenler çiziliyor. Dinlerine hakim olan gösterişli pırıltı, giyimlerini ve makyaj-lannı da süslüyor. Kadınlar üzerlerinde altın rengindeki tapınaklan, panltılı taşlarla bezenmiş tanrı heykellerini bir ayna gibi yansıtıyorlar. Şiva ne kadar süslü ise yoksul bir Hint kadını bile neredeyse onun kadar süslü. Belki takılar altın değil, taşlar değersiz ama hepsinin parıltısı aynı. Gözlerine çektikleri sürmeler, alınlarına taktıkları takılar ve burunlarındaki hızmalar ile gündelik hayatlarında bile bir davete katılacakmış gibi gösterişli ve güzeller. Düğünlerde bu gösteriş daha da artıyor. Ayak bilekleri çıngıraklı halhallarla, ayak parmaklan taşlı yüzüklerle süslü. Kollannda rengarenk sayısız bilezik taşıyorlar. Takıları gibi giysileri de göz kamaştırıcı. Hindistan’daki yoksul hayatla tezat oluşturan bu görüntüler, sanki yokluğa bir başkaldın gibi. Sanki yoksul hayata sırt dönüyor ve tapmaklardaki tanrıların zenginliklerle dolu dünyasına, takıları ve giysileri ile bir köprü kuruyorlar.

Coşkun Aral’ın en ilginç bulduğu kadınlardan biri de Phoolan Devi. İşte Hindistan’da ‘Haydutlar Kraliçesi’ diye anılan bu efsane kadının yaşamı

Kuzey Hindistan’da Phoolan, 11 yaşında kendisinden üç kat daha yaşlı bir adamla evlendirilmişti. Kocasının işkencelerine dayanamamış ve evinden kaçarak bir soyguncu çetesine katılmıştı. Bu soyguncu çetesinde hep üst kast mensuplarını hedef almış, onlardan alıp, fakirlere vermişti, adeta bir Robin Hood gibiydi. İlk olarak 1981 yılında Behmai’de üst kasta mensup 22 erkeği öldürerek adını duyurdu.

Bir zamanlar, uzak ülkelerin birinde, bir kral yaşardı. Bu kralın sayısız karısı vardı. Ama o haremine yeni kızlar katmak, yeni evlilikler yapmak isterdi. Bunun için yılda bir kez, ülkedeki tüm bakireler, sarayın önünde toplanır, kendilerini krala sunarlardı. Bu genç kızların üzerlerinde yalnızca boncuklardan ince bir kuşak olurdu. Binlerce bakire, kralın önünde en kıvrak danslarını yapar, en güzel şarkılarını söylerlerdi. Bakire kızlarla kralın, bir eski zaman ülkesinde başlayan masalı yıllardır sürüyor ve 20. yüzyılın da gerçeği olmaya devam ediyor.

Afrika Krallığında Svvaziland’de 30 bin bakirenin 2 gün boyunca yaptığı kamış dansında, kızların elindeki bambu kamışlar, bekareti simgeliyor. Festival, kızların kamışları, kraliçenin evinin etrafına dikmesi ile başlıyor. Bu muhtemel gelinlerin, muhtemel kaynanalarına sadakatlerini gösteriyor. Çıplaklıkları sergileyen giysiler aynı zamanda maddi durumun göstergesi. Çünkü bazılarının üzerinde pahalı boncuklar var. Bileklerindeki halhal ise çıngırak işlevini görüyor. Kızların bazıları elinde kama taşıyor. Bunun anlamı, erkekler savaşa gittiğinde kadınların da savaşabileceği. Dans eden kızların çoğu okula gidiyor. Başlarına tattıkları kırmızı tüyler ise kraliyet ailesine yakınlığın simgesi. Pek çok kişide bu tüylerden olmasını yadırgamamak gerek çünkü asırlar boyu krallar, her yıl çok sayıda kızla evlenmişler.

Festival boyunca bakireler dans ederken kral da kendi konutunda yabancı gazetecileri ağırlıyor. Genç kral için bu artık eş seçmek için değil kültürü devam ettirmek için yapılan bir festival. Kim bilir belki de bir sonraki kral için kamış dansı sadece fotoğraflarda kalan eski bir gelenek olacak. İşe kızlar açısından bakılırsa, aslında kızların bu festivalde kendilerine başka bir eş bulma şansları da var. Çünkü muhafızlar ve ülkedeki diğer erkekler de kızları pür dikkat izliyorlar. Yani ülkenin tüm genç kızları toplu olarak görücüye çıkıyorlar. Binlerce kız şarkı söylüyor, bazıları öne çıkıp, tek başına dans ediyor.

Kaynak: 2004, Cosmopolitan Dergisi