Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Dr. Johannes Rau, Almanya’da yaşayan Türkler ile ilişkili görüşlerini Nokta’ya şöyle aktardı:

“Möelln ve Solingen’de yaşanan olaylar bizi bir kez daha faşist ve şiddet yanlısı olarak dünyaya tanıttı. Auschwitz’in gölgesi hâlâ üstümüzde. Geçmişimizdeki bu kötü izlenimlerin geleceğe uzanmasına bütün imkânlarımızla engel olmaya çalışmalıyız. Ama daha önemlisi, aşın sağcılığın ve ırkçılığın sebeplerini ortadan kaldırmalıyız. Yabancı düşmanlığının ortaya çıkmasına neden olan sosyal ve ekonomik sorunlara çözüm bulmalıyız. Eyalet seçimlerinde Türklere seçme ve seçilme hakkı verilmesi medeni bir toplumda yaşamanın gereğidir. Bunun için en önemli olgunun Alman vatandaşlığına geçiş olduğuna inanıyorum. Öte yandan, yabancıların geldikleri ülkelerin etno-sosyolojik problemlerin buraya yansıyabilidiğini de unutmayalım. Örneğin; PKK gibi terör örgütleri ile hukuk devletinin sınırlarının verdiği çizgiler içerisinde mücadele edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, buradaki Müslümanlar arasında dinin politikaya âlet edildiğini görüyoruz. Ama köktendincilerin azınlıkta oldukları, aslında Müslümanlığın son derece hoşgörülü bir din olduğunu biliyoruz. Barışçıl bir beraberliğin temellerini atmak istiyorsak yabancılara hoşgörülü davranmamız, onlara önyargı ile yaklaşmamamız gerekir.”

 

Kuruluşunun 10. yılını kutlayan Türkiye Araştırmalar Merkezi’ -nin Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen, Almanya’da yaşayan Türklerin durumunu şu cümlelerle değerlendirdi:

1961-62 yılları Türkiye’den Almanya’ya göçen işgücünün en hareketli dönemiydi. Sirkeci’den haftanın iki günü hareket eden tren Essen’e gelir ve istasyonda sadece şehir bandosu değil, kiliselerin ‘kapelle’leri tarafından da karşılanırdı. 1958-1959’lu yıllarda tekniker seviyesinde öğretmenler, ustabaşı düzeyinde işgücü Türkiye’den Almanya’ya akmıştı. Ama 1962 yılından itibaren tamamen kırsal kesim insanı Almanya’ya gelmeye başladı. Köy kültürü ile yoğrulmuş bu insanların o yıllarda kültür farkından doğan sıkıntılara nasıl göğüs gerdiklerini gözlemlemiş bir kişi olarak, bugün geldikleri noktayı olağanüstü bir gelişme, bir mucize kabul ediyorum…”

“Yasalar, yerel seçimlerde oy kullanabilmeleri için bu ülkelerin vatandaşlarının Alman vatandaşlığına geçmesini öngörüyor. 1991 vatandaşlık yasasında Alman vatandaşlığına geçişte kolaylıklar getirildi. Almanya’nın hedefi, belirli kalitedeki Türk’ü Alman vatandaşlığına geçirmek, diğerlerinin oturma haklarına set çekmek. Şu anda oturma hakkı almak çok güç. Buna karşılık Alman vatandaşlığına geçmek çok daha kolay bir hale geldi. Fakat Türk insanı eski pasaportunu bırakmak istemiyor. Haziran 1995’de Vatandaşlık Kanunu’nda yapılan değişikliğe göre, Türkler artık müktesep haklarım koruyarak Alman vatandaşlığına geçiyorsa da, Türk insanı bunu bir ulufe olarak görüyor. Aynı zamanda kuşku da duyuyor. Ama bu şüpheyi Türkiye’nin değil, Almanya’nın gidermesi gerekiyor. Bonn-Ankara hattı 2.30 saat. Her yıl 1 milyon 150 bin Türk, Türkiye’ye gidip geliyor. 300 bin tirajlı 8 tane günlük Türk gazetesi çıkıyor burada. Yüzde 85’i kablo ve uydu anten üzerinden Türk televizyonu izliyor. Vatandaşlık, sembolik bir bağ. Ben de 24 yıldır Almanya’da yaşıyorum ve Türk vatandaşlığından çıkmak bana da güç geliyor.”

Yurt dışında yaşayan Türklerin sorunları konusunda 1983 yılında ilk kez kapsamlı bir araştırma yapan Orhan Karni, görüşlerini Nokta’ya şöyle özetledi:

“Almanya’da kendi kaderlerine terk edilen Türkler, dine sarılma eğilimine girdiler. Siyasi yelpazede Türkiye’deki RP ve milli görüş burada iş gücünü hemen hemen bütünüyle kavradı. Almanya’da 0-18 yaş arasındaki Türk genci sayısı 900 bin civarında, neredeyse Almanya’da yaşayan Türk pasaportluların yüzde 50’sidir. Gençlerin eğitim sıkıntılarının ötesinde bir de aile baskıları var. Bir tarihte Devlet Bakanı, Türkiye’de resmi 7 bin civarında Kur’an kursu olduğunu dile getirmişti. Almanya’da da resmi belgelere göre, 8 bin civarında Kur’an kursu var. Bu çocuklar ne Atatürk’ü tanıyor, ne de Atatürk ilkelerini biliyorlar. Sonuçta, müthiş bir güç olan din Türkiye açısından bir molotof kokteyli haline gelmiştir. Ne yazık ki, Türkiye’mizi yönetenler bu insanları dört yılda bir hatırlıyorlar. Onların bu yalnızlığına son verilmelidir, hele Gümrük Birliği’ne girdikten sonra onların gücü ile Türkiye bütün imkanlarıyla seferber olarak ‘akuple’ olmalıdır. Onları içine almak, Almanya’nın içine girmek demektir.”

Almanya içinde küçük bir Türkiye olarak kabul edilmemiz gerekiyor” diyor. Ancak Alman politikacılar Yardımcı ile pek aynı görüşte değiller. Çünkü, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin vatandaşları dışında, Almanya’da yaşayan, üstelik vergi de ödeyen yabancılara yıllardır seçme ve seçilme hakkı tanınmıyor.

Kaynak: 1995, Nokta Dergisi