Küçükken yaramaz mıydınız?
Felaket yaramazdım, hiperaktiftim. 14 yaşıma kadar sokaktaydım. Evde baba yok, otorite yok, annem çalışıyor. Ya ağaç tepesindeyim ya erkek çocuklarla futbol maçında. Köpeğin beni, benim de köpeği ısırdığım bir çocukluk geçirdim. Yanağını öpmek için köpeği ısırdım. İki günde bir ya kuduz ya da tetanoz aşısına giderdim. O dönemde çingeneler keman ve darbuka çalarak dört sayfalık kâğıtlara basılmış dönemin ünlü şarkı sözlerini satarlardı; 5 şarkı 25 kuruş. Bunların geldiğini duyduğum an Aysel’in fularını kalçama bağlayıp, yanaklarıma da grapon kâğıdından kırmızılık yapardım. Çingenelerle beraber elimde ziller Balat’a kadar inip kan ter içinde göbek atıyorum. Bize bakan kadıncağız da “Yine tutamadım, çingenelerle gitti” derdi. Tabii dayağı da yerdim. Yapmayacağıma söz versem de ertesi günü kemanla darbukanın sesini duyunca yine peşinden giderdim. Akşama yeniden dayak… Oyunculuk o zaman başlamış. Bunları yaptığımda altı yaşındaydım. Benim adım çingenelerle kaçan çocuktu. Çok güzel bir çocukluktu. Her istediğimi de yaptım. Ne dayak ne kötek engelledi beni…

Babasızlık nasıldı?
Babamı görüyorduk, ama annemle ilişkileri çok bozuk olduğu için sürekli bir itiş kakış olduğu hissediliyordu. Yoksunluk yaşamadık. Dedemin varlığı yetiyordu ve bize çok düşkündü.

Annenizden rahatsızlık duyar mıydınız?
Aysel ilginç biri. 60’lı yıllarda üzerinde dore bir pardösü ve dore rengi saçlarla dolaşan bir kadın. Hiç rahatsız olmadık. Aksine, bayılıyorduk. Çabamız onun gibi olmaktı. Annem evden gidince kız kardeşimle beraber o pardösüleri giyerdik. Ben Aysel’in yerinde olsam herhalde tımarhanelik olurdum.

Yoksul bir çocukluk geçirdiğinizi söylüyorsunuz.
Bizimki bir gecekondu sefaleti değildi. Dedemin maaşı vardı, annem tiyatrodan kazanıyordu. Ama tiyatro ve turneler bittiğinde birdenbire sıfır noktasına geliyorduk. Mesela Aysel, açlık çektiğimiz bir dönemde satılan evin parasıyla iki yıl idare edebilecekken çalmayı bilen olmadığı halde kuyruklu piyano alırdı eve. Birdenbire Vakko’dan giyinirdik. Altı ay sonra da açlık ve sefalet başlardı tabii. Annemde gelecek endişesi yoktu; hâlâ öyledir. Yurtdışmdayken bir haftada harcayacağı parayı iki saatte bitirip taksiye borç yapıp gelirdi. Bir de “Aşağıdaki Alman bir şeyler söylüyor” deyip içeri geçerdi; peki ne diyor diye sorunca da “Parasını vermedim herhalde onu istiyor” derdi.

Kendinizi anneye beğendirmek ya da onun gibi olmak ister miydiniz?
Beğendirmek değil de inatlaşma vardı. Baba evden gidince anneyi acı merkezi haline getiriyorsun. Çünkü babanın yokluğunun nedeni olarak anneyi suçluyorsun. Bu yüzden babadan alamadığım intikamı anneme eziyet ederek almaya çalışırdım.

Karnınız acıktığında anneniz “Burası aşevi mi” diyormuş
Bunlardan gocunmuyorduk. Herhalde kadını çok çıldırtıyormuşuz. Gece geç saatte tiyatrodan yorgun argın gelip yatar ve ertesi gün provaya giderdi. Kadının uykusunun en güzel yerinde uyandırırdık. Haklı olarak çıldırıp döverdi. Ama kafası kızınca “Sizi yuvaya vereceğim” dediğinde çok korkardık. Fakat daha sonra konservatuara bale okumaya gittiğimde yatılı okumama izin vermedi. Aysel’in o yıllarını düşündükçe çok hak veriyorum. Para yok pul yok, tiyatroda çalışıyorsun, bize bakan kadın arada kaçıyor, komşular bakıyor. Annem her akşam gittiğinde bir daha gelmeyeceğini düşünürdük. Allahtan başımızı sokacak bir evimiz varmış. Çoğunlukla komşularda yerdik. Köfteci Refik Amca bize köfte gönderirdi. Komşuluk ilişkileri o zaman çok iyiydi.

Evdeki düzeniniz annenizinkine benziyor mu?
Şu anda gardırobumdaki elbise sayısı 10’u geçmez. Aldığım giysileri bir iki kere giyip hemen veririm, Aysel’e benzeme korkusuyla. Evde gördüğün gibi her an feda edilecek türden eşyalar var; şu anda hepsini kapının önüne koysam hiçbirinde aklım kalmaz. Annemdeki, objelere karşı bağımlılık. Bende bu tersine işliyor. Ödüllerim bile kutuların içinde durur. Onun gibi olmama isteği var. Evine gidemiyorum; inanılmayacak derecede dağınık. Onuncu dakikada kavga ediyoruz. Düşün böyle hacimde bir ev ve bir santim boşluk yok. Sandalyenin üzerinde 75 tane hırka var; pencereden giriliyor eve. Eski taşındığı evden getirdiği 40 tane açılmamış koli var. Ama böyle çok mutlu.

Annenizin sizi bırakacağı duygusu, erkeklerle ilişkilerinizi etkiledi mi?
Daha çok madem babam annemi terk etti, ben de erkekleri terk edeceğim duygusu bu. O zaman ya terk edilmek için bir şey yapıyorsun ya da sen terk ediyorsun. Ali Hoca, Hoca Ali gibi aynı şey… Neticede yalnız kalmak. Neden? Çünkü annem yalnız kalmış. Ama bunların hepsini terapiyle aştım. “Her şey ona göre şahane, bana göre felaketti”

Terapiniz Atilla Özdemiroğlu ile ayrılma dönemine mi rastlıyor?
Evet, ayrılık sürecine denk geldi. Bir türlü ayrılamıyorduk. Her şey ona göre şahaneyken bana göre de bir felaketti. İlişkiyi iki uçta görüyorduk. Dolayısıyla bu konuda birimizin yardım alması gerekiyordu. Birlikte terapiye gitmeyi önerdim fakat Atilla kabul etmedi. Bir ay sonra terapistin onu da çağırdığını söyledim yine istemedi. Bunun üzerine “Bak, işler kötüye gidiyor, sen gel istersen” dediğimde bana inanmayıp “Sen yeni bir senaryo yazıyorsun işte, fena mı” dedi. Bunun senaryo olmadığını ve gideceğimi söylediğimde inanmadı. Ama işin ciddiyetini anlayınca “Gitmene gerek yok, burası senin evin”.dedi ve ayrıldık…

Küçük yaşta evlenmenizin nedeni evden kaçma isteği miydi?
Tabii, bir de dönemin toplum baskısı vardı. Şimdiki aklım olsa o evliliği yapmazdım. Kimseyi de dinlemezdim.

Aldatılırsanız boşanır mısınız?
Gayet tabii. Benim gibi bir kadının böyle bir şeyi tolere etmesi mümkün

ERCAN FARKLI BİRİ
“Ercan’ın çok doyurucu bir dünyası var. Karısının şöhretinden hayıflanacak bir hali yok. Ercan farklı biri; yarışı yok kimseyle. Tanımak lazım… Her anlamda hayatı paylaşmak için çok keyifli bir insan. İnsanı hiç yormaz. Entelektüel anlamda da karşılıklı doyum çok önemli. Yoksa her zaman “Ay şekerim sen ne güzelsin”lerle ömür geçmez ki… Onun için ikimiz için de iyi bir buluşma oldu.”

Kardeşiniz Mehtap Ar’ın oğlu Söz hep sizinle birlikte mi yaşıyor?
Söz, hafta sonları bizimle. Okulu Tophane’de. Artık büyüdü kimde isterse kalıyor.

Ona hep siz mi baktınız?
Evet, hep ben baktım. Annesi çalışıyordu ve benim daha fazla zamanım vardı.

Size nasıl hitap eder?
Teyze. Teyzem, aşkım, canımın içi, bir tanem der…

Söz adım üçünüz mü koydunuz?
Anneannesi koydu. Erkek sözü, sözünün eri, sözünden dönmesin niyetiyle.

Keşke dediğiniz oldu mu?
Hayır. Çünkü yaşam çok kısa. Her sabah uyandığımda kendime bugün ne iyilik yapayım diye düşünürüm.

Şöhretinizle erkekleri korkuttuğunuzu düşünür müsünüz?
Şöhretten çok, ‘güçlü kadın’ korkutuyor. Ercan’ın hiç öyle kompleksi yoktur. Birbirimize çok büyük bir aşkla bağlıyız. Şöhret aramızda sorun olmadı.

 

Unutulma korkunuz var mı?
Yok. Geçen gün köşesi olan sersemin biri programı eleştirirken gündemde kalabilmek için bir şeyler yaptığımı yazmış. Şu camiada gündem lafından sıkılan bir tek ben varım. Gazetelerde resmim çıkınca hastalanıyorum. Hakkımda iyi yazılmış bir haberi okurken bile “Keşke yazmasalardı” diyorum.

 

Medyaya kızgın mısınız?
Kızsam ne olacak. Bunu bir zafiyet olarak görüyorum. Haydi Gel Bizimle Ol programında toplumsal bir hadiseden bahsediyorsun, bunu anlamamakta ısrar ediyorlar. Artık bu durumu ben o kişinin zavallılığına bağlıyorum. O zaman ben niye 30 senemi vermişim diye düşünüyorum. Sonunda ‘Ne haliniz varsa görün’ diyecek noktaya geliyor insan. Aslında o köşe yazarının beni beğenmesinden gocunurum, iyi ki onlar beni beğenmiyor çünkü dünya görüşümüz, kadına, insana ya da siyasete bakışımız örtüşmüyor ki. Dolayısıyla onların beğenmesi beni çok üzer. Böyle adamlar kadınlardan nefret ediyor. Bunu anlamıyorum. Bir kadının “Özgürüm, istediğim gibi konuşurum, istediğimi de yaparım” dediğinde hedef tahtası haline gelmemesi için bir 50 sene daha lazım. Acıklı olan bu. Yoksa iki sersemin dediğinden alınmam. İddialı bir söz olacak ama “Güneş balçıkla sıvanmıyor”.

Kaynak: 2007, YENİ AKTÜEL | Röportaj: Sibel Ateş Yengin | Fotoğraflar: Muzaffer Sağlam