Tarih 3 Ekim 2002. Saat: 14.00, Atlı Köşk.

Nerden bilebilirdik, o günün Ağa ile son randevu olduğunu. Nerden bilebilirdik, o en çok önemsediği konuda onunla son röportajımızı yapacağımızı. 83. sayımızda yer alan “Özel Müzeler”di konumuz. Aslında röportaj teklifimizi ilettiğimizde, diğer tekliflerimizden farklı bir yanıt almamıştık Sakıp Ağa’dan. Her zaman olduğu gibi, yine hemen kabul etmiş ve randevu tarihini belirleyivermişti.

..Ve yine her zaman olduğu gibi tam saatinde Atlı Köşk’te bizi karşılamıştı. Çok önemli bir konuğu gelmişçesine kibar, saygılı ve içten.

Atlı Köşk’ün Boğaz’a hakim odalarından birine, fermanlar ve kuranların bulunduğu bölümün hemen önündeki camekânlı odaya buyur etmişti bizi. “Burası yatak odamdı” diye gülerek söze girmiş ve aynen şöyle demişti:

“Ben de Allah’ın yazdığı gün bu dünyadan göçüp gideceğim. Mallarımı, hisse senetlerimi kızlarım bölüşecek. Ama bu koleksiyonu da bölüşürlerse, bu artık koleksiyon olmayacak. İşte, ben şimdiden bunların dağılmayacağı, derli toplu kalacağı bir hale nasıl getirebilirim düşüncesi ile evimi müze yapmaya karar verdim… ”

Ağa, yaşadığı evi sağlığında müzeye dönüştüren ilk Türk olarak tarihe geçmişti. Bununla da yetinmeyip, müzeyi Sabancı Üniversitesi’ne bağışlamış ve Türkiye’de ilk kez bir müzenin üniversiteye bağışlanmasını da gerçekleştirmişti. Zaten o, hep ilklerin adamı değil miydi? İş dünyasında hayatını kaleme alan., yaptığı hayırlar, bağışlarla tüm ülkenin gönlünde taht kuran.. Türkiye’nin en zengini olmasına hiç aldırmayıp, gönül zenginliğiyle övünmekten geri kalmayan da o değil miydi?

O gün., o son röportajda yaptığı bağışları tek bir cümle ile özetlemişti:
“Ülkem bana verdi, ben de geri verdim…”

Adam gibi adamdı
Sakıp Ağa ile her buluşma, her röportaj bir anı olarak kaldı. Hiç biri unutulmadı.. unutulamadı. Onu ve onunla dolu anıları en unutulmaz kılan şey ise; son günlerde herkesin dile getirdiği gibi insanlığıydı…

Evet.. Türk sanayinin dev kuruluşlarından Sabancı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı’ydı. Devlet Üstün Hizmet Madalyası’nın sahibiydi. İş dünyasının ve Türkiye’nin en önde gelen isimlerinden biriydi ama, öylesine mütevazi bir kişiliğe sahipti ki, onun bu özelliği karşısında ezilmemek içten bile değildi.

Randevumuz bu kez Beylerbeyi’ndeki yalıdaydı. Bir cumartesi sabahı saat: 11.00 demişti Ağa. Aksilik bu ya, bekletmeyelim derken, biraz erken gittik. Güvenlikte saatin dolmasını bekleyecektik. Haber vermişler. Birkaç dakika geçmedi ki; üzerinde ropdöşambrı bahçede beliriverdi. Yüzünden eksik olmayan o gülümsemesi ile, salona buyur etti ekibimizi. Demli çaylar ve nefis bir kahvaltı ile başlayan koyu sohbet uzadı da uzadı. Anılardan dem vuracaktık.

Keyifli anılarını öylesine güzel anlattı ki, kimi yerde gülmekten gözlerimizden yaş geldi. Kimi yerde düşündürdükleri ile uzaklara dalıp götürdü. Şu ünlü “Paella”pişirme anısını da ilk o gün dinlemiştik Sabancı’dan. Hani, Turgut Özal ile buluşmaya giderken Washington’da yiyip zehirlendiği ünlü yemek. Yine de çok sevdiği için tarifini alıp, hayatında pişirdiği tek yemek olan “Paella’lı yılbaşı anısı”nı anlattı bize. O gün, yalıdan ayrılırken tüm ekip arkadaşlarımız, içimizde hissettiğimiz doygunluk, huzur, mutluluk ve biraz da hüznü yaşamış ve paylaşmıştık. Yalıdan çıkmıştık ama, yol boyunca hep az önce yaşadığımız hoş saatleri konuşmuştuk. O saatlerden kalan hüzün ise; Sabancı’nın sohbet esnasında ettiği şu cümlelerden içimize akmıştı:

“Para, pul, zenginlik fani. Ben ki bugün dünyanın en güzel otomobillerini üretiyorum. Oğlum birini bile kullanamadıktan sonra neye yarar… ”

Yaşadı., yaşattı., yaşayacak..
Evet., kendine has uslubu ve esprileriyle o sadece iş dünyasının değil, Türkiye’nin en renkli simasıydı. Çalışkanlığı ve hayırseverliğiyle asla silinmeyecek bir iz bıraktı. Aslında iyi yaşadı., hayallerinin, arzularının ve hedeflerinin çok büyük bir bölümünü gerçekleştirdi. Övündüğü tek şey; Allah’ın sevgili kulu olmasıydı. Kayseri’nin Akçakaya Köyü’nde çiftçi Hacı Ömer’in oğlu olarak başladığı yaşamında, elde ettiklerini Allah’ın bir lutfu olarak kabul etti ve her fırsatta dile getirdi. Dile getirmekle kalmadı, ülkesi ile paylaştı. Kendi kaleminden hayat öyküsünde Akçakaya Köyü’ndeki günlerini şöyle anlatmıştı:

— Evimiz iki katlı, toprak damlı, eski tarz bir Adana evi idi. Mutfak olarak kullanılan odada, büyük bir bakır sini içinde tek kaptan oluşan yemeği çömelerek kaşıkladığımızı hatırlıyorum. Anam, sabahın 4’ünde gün ağarırken kalkar, gece yatsı namazına kadar gerçek bir ağır işçi gibi çalışırdı. Yatağa düştüğünde uyudu mu, bayıldı mı belli olmazdı. Altı erkek kardeş, birbirimizle al takke ver külah büyüdük. 

Çalışmaya hiç doymadı Sakıp Ağa. Bu doyumsuzluğunu da şu sözleriyle ifade etmişti:
“Çok kısa sürede harcayamayacağınız kadar çok paraya kavuşmak mümkün. Ama, çalışmak, bir işi başarmak, paradan farklı şeylerdir. Futbolcunun gol atması, bestekârın eserini tamamlaması gibi bir şey…’’

Fabrika açmak, onu hayatta en mutlu eden şeydi… Bir keresinde; “Fabrikalarımızın açılış törenlerinde çok mutlu olurum. Hatta öyle ki, törenden hemen sonra yakınımdaki bir tuvalete kapanır, hüngür hüngür ağlarım ” sözleriyle anlatmıştı bu mutluluğunu.

Hayırseverliğiyle bütün Türk milletinin gönlünde taht kurdu. Zaten her fırsatta en büyük servetinin halkın kendisine olan sevgisi olduğunu söylerdi. O bu özelliğiyle de bir ilki gerçekleştirmişti. Zengini halka sevdiren insandı Sakıp Ağa!

Özürlü yurttaşlara umut ışığı oldu. Oğlunun adını verdiği Metin Sabancı Spastik Çocuklar Rehabilitasyon Merkezi’ni 1996 yılında açtı. Aynı merkezde 2002 yılında ise, engelli ve spastik çocuklara 8 yıllık eğitim verecek bir okul açarak, spastik çocuklara eğitim görme imkanı sağladı. Eğitim konusunda pek çok yatırım yaptı. En büyük hayali olan ve 215 milyon dolarlık bir yatırımla gerçekleşen Sabancı Üniversitesi’ni ise 1999 yılında öğrenime kazandırdı.

Gönüllü sanat elçisiydi ama, tüm bunlar yetmez. Yetmez, çünkü elin oğlu öyle boyutlara gelmiş ki ben onu rakamlarla geçeceğim dersen, geçemezsin. Bir kestirme yol var, sanat ve kültür… ”

Böyle demişti Ağa bir röportajında VlP’ye. Bugün Atlı Köşk’te kültür ve sanatın hizmetine sunduğu nice koleksiyonunu Türk insanıyla paylaşması bir yana, koleksiyonlarını müzede toplamadan önce de dünyanın dört bir yanında sergilemişti. Bunlar arasında çok önemli bir yer tutan ve Fatih Sultan Mehmet’ten 2. Abdülhamid’e kadar uzanan padişahların dünya çapındaki hattatlar tarafından yazılmış fermanları, el yazması kuran-ı kerimler ve resimlerini ise, ‘Altın Harfler’’ adı ile New York Metropolitan Müzesi ve Louvre Müzesi’nde sergilemişti. Sanat kadar sanatçıya da çok büyük önem veren Sakıp Ağa, her yıl düzenlediği “Sanatçı Daveti” ile ise, bu alanda da bir ilki gerçekleştirmişti.

Aynı zamanda tam 14 kitaba imza attı yaşamı boyunca. ‘Para Başarının Mükafatıdır’’, “Gönül Galerimden”, “Rusya’dan Amerika’ya”, “Ücret mi, Koyun Pazarlığı mı?’’, “Değişen ve Gelişen Türkiye 1991″, “Turkey Changing and Developing”, “Daha Fazla İş, Daha Fazla Aş”, “Doğu Anadolu Raporu”, “Başarı Şimdi Aslanın Ağzında”,
“İşte Hayatım (İngilizce/Japonca)”, “Hayat Bazen Tatlıdır”, “Sakıpname”, “Turkey / Changing and Developing” ve son olarak da “Bıraktığım Yerden Hayatım” adlı kitaplarıyla, Türkiye’nin en çok kitap yazan işadamı olarak da öne çıktı.

Yeniden dünyaya gelse..
Arkasında 11.6 milyar dolarlık ciroya sahip bir holding ile Türkiye genelinde sayısı 118’i bulan sosyal tesis bırakan Sakıp Ağa’nın hayat felsefesi üretim üzerine kuruluydu. Bu felsefesini “Tek yarış için koşulmaz” sözleriyle özetlerdi. Ona göre bir yarış bitti mi, yenisi başlardı. Hayatı boyunca ne Cumartesi bildi, ne de Pazar. Kendi deyimi ile “Deli koyun gibi” koştu durdu. Ama hiç şikayet etmedi… Aksine; “Yeniden dünyaya gelsem, yine sanayici olurdum” diyecek kadar işine aşıktı. Çalışmak için geldiği bu dünyada iş hayatına da henüz lise öğ-rencisiyken 1948 yılında başladı. İlk işi; Akbank’ta 25 lira aylıkla stajyer memurluktu. İstanbul’a da ilk kez bu dönemde gelmişti. Üç yıl üst üste geçirdiği zatürre hastalığı yüzünden 1950 yılında liseden ayrılmak zorunda kaldı. Aynı yıl, Bossa Un Fabrikası’nda veznedar oldu. Maaşı ise 50 liraya yükseltildi.

7 Nisan 1933 tarihinde dünyaya gelmişti. Yine bir Nisan sabahı (10/4/2004) tarihinde kaybettik onu. Arkasında 39 bin çalışanı ile dev Sabancı Topluluğu, ülkesine armağan ettiği nice kurum ve çok az insanın sahip olabileceği sevenleriyle birlikte sevgi ve saygı yumağı içinde son yolculuğuna çıkan Sakıp Ağa hiç kuşku yok ki gönüllerde kurduğu tahtında yaşayacak. Güle güle ağam.
Kaynak: 2002, VIP Turkey Dergisi