Son günlerde birbirinden bağımsız ortamlarda tartışılan; “Tesettür teferruattır”, “Namaz vakti üçe indirilebilir”, “Cami tek hayır işi değildir” gibi değişik yaklaşımlar İslamcılar arasındaki yorum farklılıklarını su yüzüne çıkardı.Bu değişik yorumların sahipleri “davayı satmakla” veya, “bid’at’a düşmek le” suçlandılar. Suçlananlar arasında Fethullah Gülen, Yaşar Nuri Öztürk, ve Diyanet İşleri Başkanlığı da vardı.

Diğer yandan laik basın Gülen Cemaati’nin Zaman Gazetesi’nde yayınlanan “Ufuk Turu” yazı dizisine büyük ilgi gösterdi. Liberal kanadın temsilcilerinden Mehmet Barlas, Sabah Gazetesindeki köşesinde İslami cemaat liderinden övgülerle bahsederken; Attilla İlhan, Fethullah Hoca’yı “İslam’ın protestanı” ilan ediyordu. Ömer Laçiner ise Sosyalist Birikim Dergisi’nde Gülen hareketi için “Post-Modern dini hareket” tanımlamasını yapıyordu.

Geçtiğimiz günlerde bir kurulca hazırlanan ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınlarından çıkan “İslam Gerçeği” adlı kitap yoğun tartışmalara yol açtı. Yayın kurulu üyeleri “Devlet güdümünde bir din anlayışı”nı empoze etmeye çalışmakla suçlandı. Oysa çalışmanın temeli İslam’ı çağdaşlaştırma çabaları olarak özetlenebiliyordu. Ancak bu aşamaya kadar anlatılan ve İslam hakkında yapılan yorumlar “Kur’an’ın değişmez kaynak olarak kabulü ve İslam’ın değil, Müslümanların hataya düşebileceği” noktasından öteye gidemedi. Çünkü

Türkiye’de “Reform”sadece toprak, eğitim gibi konularda tartışılmıyor. İslamiyet’in 21. yüzyıla “İslamiyet’te mi, yoksa Müslümanlar’daki yenilenmeyle mi”girebileceği tartışılıyor.

Bir taraf Avrupa’dakine benzer bir reformun yaşanamayacağmı, ancak kaynağını Kur’an ve sünnetten almak kaydıyla yenilenmenin (tecdit) mümkün olabileceğini söylüyor. Diğer taraf ise İslam’ın değil, Müslümanların kendini yenilemesi gerektiğini savunuyor. Acaba tüm bunlar İslamiyet’e yeni bir kimlik oluşturma çabaları mı?

İslamcılar ezeli rakip Hıristiyanlık ile aralarına kalın bir çizgi çekmek konusunda kararlılar. “İncil zaten değişmişti. Ama Kur’an Allah tarafından kıyamete kadar korunacak” anlayışı tüm İslamcılar arasındaki ortak kabullerden biri. İslami düşüncenin temel problemlerinden birisi de; kökleri İmam Gazali-lbn’i Rüşd’ün “Akıl-İman” çelişkisine dayanan tartışmaları. Bu çelişki 20. yüzyılın rasyonalist yaklaşımları ile yeni bir boyut kazanıyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde kabul edilen Gazali Külliyatı ve Kur’an’ın “Sünni” yorumu üzerinde yapılan tartışmalar yıllarca Sünni kesim tarafından kesin kabul gördü. Sünni anlayışa getirilen en önemli eleştiri aklı tamamen reddetmeleriydi. Bu konuda suçlanan ise İslam değil, şimdiye kadar benimsenen yorumlar ve müslüman toplumlar oluyor. İslamcıların en büyük sıkıntısı ise önlerinde “Asr-ı Saadet” dönemi dışında ömek teşkil edebilecek bir toplumun bulunmaması. Ku-ran’ın özüne dönülmesi gerektiği konusunda bir anlaşmaya varmak üzereler, ancak 1400 yıllık hadis, fıkıh, icma, kıyas mirası olmadan bunu nasıl gerçekleştireceklerini bilmiyorlar. Tüm bunlar yapılırken Hıristiyanlığın “değiştirilmiş” tanımının İslamiyet içinde yapılmasını engellemek istiyorlar.

Değiştirilen din, Hıristiyanlık
Hıristiyanlık’ta reform hareketi, 16. yüzyılda gerçekleşmişti. Bu, kapitalizmin ilk tohumlarının atıldığı bir dönemdi. Burjuva sınıfı görece ön plana çıkarak toplumsal değişimi sağlama misyonunu üstlenmiş, kendi yaşam felsefesini, dönemin hakim anlayışı olan Kilise İdeolojisi’nin üzerine çıkarmayı başarmıştı. Aynı yüzyılın bir diğer önemli gücü Ulusal Krallıklar da, Papalık’a, yani yaygın anlayışla Tanrı’nın yeryüzündeki egemenliğine karşı iktidar mücadelesine girişmişlerdi. İktisadi çıkarlar çerçevesinde gelişen bu mücadele sonucunda kilise maddi güç olarak büyük darbe yiyerek, “kapitalist gelişmenin” önemli adımı atılmış oldu.

Bid’atlar temizlenmeli
Akil Gazetesi köşe yazan, “Cumhuriyet’in Tosuncukları” kitabının yazan, hukukçu Hüseyin Üzmez’in konuyla ilgili düşünceleri şöyle:
“Reform bir deformdur. Onun için islamda refor- I mu katiyen kabul etmiyorum. İslamm özüne, tam kaynağına dönmek başka birşey. Kaynaklan gelen İslam bir takım hurafelere, uydurmalara, bid ‘atlara karıştırılmış. İslam saflığını temizliğini kaybetmemiş ama müslünıanlar kaybetmiş. Müslüman-lar o has, duru, saf İslama erişemiyorlar. Onun için bir takım ilim ve iman adamlarının ortaya çıkması lazım. Reform değil, İslam’ın aslında özünde hasında olmayan sonradan gelen bid’atların hep-sininin temizlenmesi gerekiyor. Müslümanların : doğrudan doğruya Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in sahi sünnetlerine ve hadislerine dönmeleri lazım.”

Ortaçağ’ın “Skolastik” felsefesi yerini yavaş yavaş “Nominalist” görüşlere terk etmeye başlamıştı. Yani öte dünya ile bu dünya arasındaki seçimde bu dünyanın tercih edilmesi önemli sonuçlar doğurdu. Kalvin bu dünyada çalışılması ve zengin olunması savıyla burjuvazinin düşüncelerini dile getirirken. Kilisenin öteki dünya için çalışılması gerektiğine dair savunusuna önemli bir darbe indiriyordu. Max Weber, “Protestan Etiği ve Kapitalizm’in Ruhu” adlı eserinde yaptığı yorumda burjuvazinin gücünü aldığı bireyciliğin gelişmesi sayesinde, “İnsanın Tanrı’ya karşı tek başına sorumlu olduğu” Fikrinin gelişmesini sağlamıştı. Sonuçta bireysel birikim günah olmaktan çıkıyor, kilise ulusa mâl ediliyordu. Bireyin tanrı huzurundaki iyi kulluğu ilk önce yeryüzünde yakayabileceği insani değerlerle açıklanabiliyordu. Yeni din gelişen burjuvazinin emrindeydi.Avrupa dinsel anlamda reformu yaşarken hareketin başını burjuvazi çekmekteydi. Burjuvazinin öncülüğü, beraberinde sınıflararası mücadeleyi getirmiş, iktidar için mücadele eden kesimlerin yapısını değiştirmişti.

Zamana göre adapte olabilir
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz: İslamiyet’le iki türlü hüküm vardır. Birincisine ‘şer-i hükümler’ diyoruz. Yani kaynağını Kur’an, Sünnet ve bunların desteklediği İcma ve Kıyas’ın oluşturduğu hükümler. Bu hükümler açıkça Kuran’ın açık metniyle veya hadisin metniyle sabit, ahlaka, hukuka ve sosyal hayata ait olan değişmeyen hükümlerdir. İnsanoğlu binlerce yıldır güneş ışığından faydalanıyor ancak ‘Ben güneş ışığından bıktım, başka bir ışık istiyorum’ diyor mu? İkinci grupta-kilere ise İslamiyette ‘Genel hükümler’ diyoruz. Bu hükümler yüzde on/onbeşlik bölümü oluşturuyor. Zamanın değişen ilmi, teknolojik, siyasi, ahlaki şartlarına göre bu genel çerçeveye uygun olarak değiştirilebilir. Örneğin Peygamberimiz zamanında otomobil yoktu. Trafik kazaları da olmuyordu. Ancak şimdi onun zamanında yoktu’ diye trafik yasaları çıkartmamazlık edemezsiniz. Ancak yasaların islamın genel çerçevesinin dışına çıkmaması gerekiyor. İslam dini ile bozulmuş bir din olan Hıristiyanlığı karşılaştırmak büyük bir hatadır. Skolostik çağda Hıristiyanlık akla ve ilme engel hale gelmişti. Reform ve rönesans hareketleri yaşandı. Bir nevi pozitivizmle ‘Dinden arındırılmış bir bilimle ilerlemek mümkün’ şeklinde Comte ve diğer bilim adamları meseleyi ortaya koydular. Bizde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında aynı yanılgıya düşüldü. Hıristiyanlığı tenkit eden pozitivizmin etkisinde kalındı.”

Din devletin tekelinde. Bu dönemde daha farklı bir yapı içinde olan İslamiyet, Osmanlı’yla birlikte gelişme sürecine giriyordu. Bu süreç iktisadi ve ilmi gelişmelerden çok, İslam adına “cihad”ların sağlandığı bir yükselişti. Ancak İslamiyet’in günümüze kadar gelişimine bakıldığında, Müslümanların dinsel bir değişim veya sınıfsal iktidar mücadelesi yaşamadığı görülüyor.

İslam’da eksiklik mi var?
Üsküdar Aczimendi Dergahı İmamı Abuzer Yavuz:
“Din Allah’ın olursa din olur. Allah’ın istediklerini kullan kendilerine göre düzenlerlerse buna reform denir. Bu da gerçek din olmaz. Reform, Türkiye’de Kemalistlerin kendi dinsizliklerini, imansızlıklarını, eşkiyalıklannı ayakta tutmak için yaptıkları bir iştir. İslam’da eksiklik mi var ki insanlar istedikleri bir şeyi ona eklesinler. İslam’da eksiklik yok ki. Allah’ın ilmi nihayetsiz. İslami kuralların zamanın koşullarına göre uyarlanması işini ise müştehidler yapar. Kemalist entelektüeller yapamaz. Zaten Allah bu işi yapacak dostlarını gönderiyor. Senin, benim gibi insanlara bu işte söz hakkı düşmüyor. Dinin esasları konusunda herkes ileri geri konuşamaz. Batıda kuşa döndürülmüş bir din var. Yani onu Martin Luther iyi yaptı da değiştirdi. Biraz düzeltti. Batı ne zaman dinin tekelinden kurtuldu, o zaman hürriyetini elde edip, gelişme göstermiştir. Dinlerine bağlı kaldıkça, Ortaçağ karanlığı içinde, barbarca, yamyam gibi yaşıyorlardı. Orada zaruriydi. Onu mutlaka terakkiye, teknik gelişmeye engel olmayacak tarzda, aklın inkişafına engel olmayacak tarzda tanzim edilmesi lazımdı. Onların dini Allah’ın gönderdiği bir din değil, tahrif edilmiş bir din.”

Yeni Asya Gazetesi’nden Mehmet Kutlular, konuyla ilgili olarak şunları söyledi:
“Biz reform yerine tecdid meselesini kullanırız. Bizim dinimiz son dindir. Peygamberimiz son peygamberdir. Kitabımızdan başka da semavi kitap gelmeyecektir. Ama Kur’an’ın hükmü de kıyamete kadar bakidir. Her asrın sorusuna cevap verecek durumdadır. Öyleyse peygamber efendimiz buyuruyor. Her asırda bir müceddid gelir. Onlarda İslamiyet’in aslını zedeleyecek meseleleri temizler.

O asrın ihtiyaçlarına göre Kur’an’ı yorumlar. Değiştirilmiş, aslından uzaklaştırılmış diye bir şey mevzu bahis değil. Reform bizden ziyade Avrupa’da çok değişik manasıyla olmuş. Zaten o değiştirildiği için semavi din olarak İslamiyet gönderilmiş. İslamiyet onları tamamlamış. Onlar din tahribe uğradığı için bir takım temel haklar konusundan sıkıntılar çekmişler. Papazların hakimiyeti başlamış. Avam hareketlerine, bazı fikirlere, teknolojik gelişmeye karşı çıkılmış. Dinde reform meselesi onlarda şiddetle ihtiyaç haline gelmiş. Mezhepler çatışması yaşanmış. Laiklik meselesi orada ortaya çıkmış. Yani devletin bütün inanç sahiplerine karşı tarafsız yaklaşması. Din de devlete karışmamış, tabi İslamiyetin farklılığı var. İslamiyet, hürriyeti, adaleti, kanun hakimiyetini, kanunlar karşısında eşitliği getirmiş. Bir halife de olsa, padişah da olsa birinin hukukunu çiğnediği zaman o kişinin bir şikayet mercii vardır. Temel hakları en mükemmel şekilde İslamiyet ortaya koymuş.”

Tasavvufçuları öldürmüşlerdir. Ancak daha sonra tasavvufçu düşünce benimsenmiş, tabiri caizse İslam daha insanileştirilmiştir.” Ancak daha sonraki dönemlerde de “İslami reform” gündeme geldiğinde sık sık tasavvufun bâtıl inanca açık olduğu vurgulandı. Rabbani’nin bir ara Nakşibendi olduğu ve daha sonrada Nakşibendi’lik içinde fikirlerini takip edenlere de “Müced-did-i Nakşibendi” (Yenileyici Nakşibendi) adı verildi.

Arabistan’da yaşamış, gençliğinde sufiliği benimsemiş olan Muhammed İbn Abdülvehab, daha sonraki yıllarda “evliyaların aracı rolünün bid’at olduğunu” düşünerek İmam Rabbani’ye benzer bir yol çizdi. Abdülvehab, Kur’an ve Sünnet’ten tekrar özgürce hükümler çıkarabilme (içtihad) kapısının yeniden açılmasını istiyordu. Daha sonraları bu oluşuma “Vehhabilik” dendi.

Afgani’nin “İslam Rönesansı
İslam’da yenileşme konusunda en ilginç yorumu Afganistanlı Cemaleddin Afgani’nin öğrencisi Muhammed Abduh yaptı. Abduh, Afgani’nin “İslam dini düşüncesinin Rönesansı’’nı temsil ettiğini söylüyordu. Tüm bu fikirler temelinde Hz.Muhammed’in son temsilci olduğu ve bundan sonra vahiy gelmeyeceğine dayanıyor. Yani insanlar bundan sonraki hayatlarını kendileri sürdürecekler. İnsanların kendi ahlak ve entellektüel birikimlerini kendi başlarına yürütebileceği savunuluyordu.

Yeni din gelmeden, eski dinde reform olmaz
Diyanet İşleri Başkam Mehmet Nuri Yılmaz. İslam’daki yenileşme hareketlerini şöyle değerlendirdi:
“Deform olayının gerçekleştiği yani müessesenin kendi şartları içinde işlemez hale gelip yozlaşmaya yüz tuttuğu dönemlerde reform hareketi devreye sokulur. Semavi dinlerin reformu bir sonraki semavi dinin yürürlüğe girmesiyle mümkündür. Dolayısıyla İslam, daha önceki Sabiilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi vahye dayanan dinlerin bazı hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve bu sahada beklenen reform gerçekleşmiştir. Bu bizim insanımıza göre, bütün insanlık için gerçekten inanç, ibadet, ahlak ve uygulama yönünden tam bir yenileşme (teceddüt) hareketidir. Peygamberimizin yaşadığı asırdan itibaren hoş karşılamıştır. İslam’ın tevarüs ettiği bu eski coğrafya üzerindeki kültürler, sosyolojik ömrünü tamamlamış ihtiyar müesseselerdir. İslam bunlara yeniden hayatiyet kazandırdı. Ve zaman içinde bu kurumlar da eskidi. Müslüman yöneticiler, İslam dışı coğrafyada gelişen ekonomik, siyasal, teknolojik ilerlemeyi hatta eğitim ve askeri alanlardaki inkişafı göremediler. Dolayısıyla dünyanın bir bölgesi alıp başını giderken diğerleri geri kalmışlığı bir kader olarak kabul ettiler ve zamanla bu atalet ve durgunluğa İslam’ın sebep olduğu şeklinde yanlış bir zehaba kapıldılar.”

Müslümanlıkta reform gerekir
Araştırmacı-Gazeteci Yaşar Kaplan, dinin değil Müslümanların değişmesine değinerek şunları söyledi:
“İslamda ‘reform’ ifadesi yanlıştır, çünkü İslam’da reform deyince İslamiyet’in temel ilkelerini değiştirmek olarak algılanıyor. Ancak Müslümanlıkta reform deyince bu olaya acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Yenilikçi diye adlandırılan cemaatlerin islamiyetleri yorumlaması yanlıştır. Dinin de bu şekilde yeniden yapılanması gerekmektedir. Mesela bugün “fıkıh” kurumu görevini tam olarak yerine getiremiyor. Fıkıhsız İslam düşünülemez. Bugünkü cemaatler arasında birbirini bir takım kelimelerin arkasına sığınarak suçlamak yaygın. Bu kuramların her biri İslam’ı değişik açıdan ele alıyor, ancak hiç birisi geniş açıdan yaklaşamıyor. Aslında İslam’a hangi açıdan bakılırsa bakılsın, sonunda varılacak yer aynı olmalıdır. Ama bugün cemaatlerin başında dünü ve geçmişi bilen insanlar yok. Etrafınıza biraz adam topladığınız, biraz ticaretten anladığınız ve birazda mafya babası türünde bir örgütlenmeye gittiğiniz zaman “şeyh” olabiliyorsunuz. Bu cemaatler şu anda saltanat ve derebeylik. Ancak ilim ve irfan geliştiğinde bu derebeylik ortadan kalkacaktır. Bu yüzden ilmi çalışmalara karşı bir savaş var. Bütün korkuları bu saltanatlarının yıkılması.”

Orijinal İslam’ın reforma ihtiyacı yok
İslamcı araşıırmacı-yazar Ahmed Hulusi din adına yapılan yanlış açıklamaları eleştirerek şunları belirtti:
“Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın bize bildirmiş olduğu İslamiyet’ yanlış anlaşıldığı ve yorumlandığı için, çeşitli zamanlarda ‘İslam’da reform’ gibi bir konu ortaya atılmıştır. Tespitlerimize göre İslam’ın değil, anlayışımızın ‘reform’a ihtiyacı vardır. ‘İslam’da değil; İslam’ı anlamada reform’ sloganından hareketle yazmış olduğumuz 15 kitapta, çağdaş bilimler eşliğinde objektif bakışla İslam’ın nasıl değerlendirilmesi gerektiğini açıklamaya çalışıyorum. Bugün öncelikle yapılması gereken şey, orijin kaynağa, yani Kur’an ve Resullullah açıklamalarına dayalı bir biçimde İslam’ın ne olduğunu ortaya koymaktır. Zira bugün ‘Din adına’ denilerek konuşulan, yazılan ve bu yüzden de pek büyük eleştiriler alan konulann gerçekte İslam ve Kur’an anlayışıyla hiç ilgisi bulunmamaktadır. Orijinal islamı tanırsak, göreceğiz ki onun hiç reforma ihtiyacı yoktur. Bizim eleştirilerimiz hep İslam adına denilerek İslam’a fatura edilen, sonradan konulmuş kurallar ve uygulamalar ile ilgilidir. İslamın orijinalini tetkik etmemiş; hatta ‘Tanrı’ kavramı ile ‘Kur’an’ın açıklamış olduğu Allah kavramı arasındaki farkı anlayamamış kişilerin İslam’ı eleştirmelerinden ve ‘form’dan sözetmelerinden daha ciddiye alınmayacak birşey olamaz. Dinin ‘reform’unu oluşturan Allah’tır. Onun üzerinde oynama ve ‘reform’ yetkisi peygamberlerde bile yokken, nasıl olur da sınırlı algılama organlarıyla yaşayan beşer Allah dinini reform edebilir?”

Bir devrime ihtiyaç var
Araştırmacı-yazar İsmail Nacar, İslam’daki yenileşmenin nasıl olabileceğini şöyle anlattı:
“Kaynakta bir deformasyon varsa reform olur. Oysa Kur’an’da deformasyon yoktur. Peygamberin elindeki Kur’an neyse bizdeki de odur. Saltanat yönetimleri kendi çıkarları doğrultusunda bir politik İslam üretmişler. Bu gerçek İslam değildir.

Mesela Osmanlılarda siyaseten katletmek vardır. Şeyhülislam’ın bunu onaylayan fetvaları var. Yorumlarını öyle geliştirmişler. Resmi ideoloji doğrultusunda yorum yapıyorlar. Bir devrime ihtiyaç vardır. Bu devrimi sağlayacak olan da akıldır, çağdaş bilimdir. Çağdaş bilimin de Kur’an’la bir sıkıntısı olacağını sanmıyorum. İslamda şu anda bir uyanış var. Özellikle üniversite çevrelerinde bunu görüyoruz. Uzun süre İstanbul Üniversitesi’nde çalışmış Hindistanlı Fazlurrahman gibi. Bugünkü tarikatların hepsi akıl ve çağdaşlığın önünde büyük bir engeldir. Bir gelişmenin gerçekleşmesi demek, bunların ortadan kalkması demektir.”
Kaynak: 1995, Nokta Dergisi